ÖZET
Heidegger’in varlığın evi olarak tanımladığı dil, insan varoluşunun temelinde yer alır. İnsanı diğer canlılardan ayıran, varoluşunun farkında olmasıdır. Farkındalığı olan insan, diliyle kendi anlam evrenini oluşturur. Türk Dil Kurumunun “Çocuğun ailesinden ve içinde yaşadığı topluluktan edindiği dil” olarak tanımladığı ana dili iki önemli kurumu esas alır: aile ve toplum. Dil, bu kurumların etkisiyle gelişecektir. Bu kurumların yoksunluğu da dili, insanın yuvasını ortadan kaldıracaktır.
Mekânsal olarak yuvadan ayrı kalan insan, sıla özlemi çeker. Ayrılık ister gönüllü ister zorunlu olsun “gurbet” hissini uyandırır. Bireyin özlediği vatan, toprak, deniz, ana baba, eştir somut düzlemde. Bu varlıklar onun asli parçalarıdır ancak bunu yalnızca kişi ve mekânla sınırlamak yanlış bir yönelim olacaktır. İnsanı var eden başka aidiyetler vardır. Dil bilinci bu aidiyetler arasındadır. Ana dilinin konuşulduğu ülkesinde yaşamını sürdüren birey “içeride”dir, aittir. Peki ya “dışarıda” olanlar, dilini konuşamayanlar? Onlar anlam evrenlerini nasıl oluşturur?
Türkiye’de yaşayan Çerkes kökenli yazarların romanları sürgün olmayı, Rus Mezalimini yerinden edilmeyi, uyum zorluklarını, yaşanan bocalamayı işlerler. Eserlerin diğer ortak noktası, ana dille insan varoluşuna dikkat çekmeleridir. Roman kişileri ben buradayım, insanım, Çerkes’im demek için kendi diline ihtiyaç duyar çünkü dil onları biçimlendirendir. Kimi eserlerde de ana dilinden uzaklaşma bunun idrakinde olma/olmama durumları ele alınır.
İnsan yabancı bir dile hâkim olsa da Nazım Hikmet’in “İnsan tehlike karşısında ancak ana diliyle feryat edebiliyor.” cümlesinde vurguladığı gibi kendini en iyi ana diliyle anlatır. Çerkes yazarlar da dili kullanmamanın getirdiği acıyı yaşayan karakterleri işlerler. Bu çalışmada yazarların, vatan dışında yaşayan Çerkeslerin dil gurbetini ele alışları, varoluşlarında ana dilin önemine bakışları incelenecektir.
Anahtar Kelime: Anadil, Anadilim Vatanım
“İnsan tehlike karşısında ancak ana diliyle feryat edebiliyor.”
Heidegger’in varlığın evi olarak tanımladığı dil, insan varoluşunun temelinde yer alır. [1] İnsan, diliyle kendi anlam evrenini oluşturur. Türk Dil Kurumunun “Çocuğun ailesinden ve içinde yaşadığı topluluktan edindiği dil”[2] olarak tanımladığı ana dili, iki önemli kurumu esas alır: aile ve toplum. Dil, bu kurumların etkisiyle gelişecektir. Bu kurumların yoksunluğu da dili, insanın yuvasını ortadan kaldıracaktır. Ana dilinin konuşulduğu ülkesinde yaşamını sürdüren bireyler “içeride”dir, aittir. Peki ya “dışarıda” olanlar, dilini konuşamayanlar, dilini konuşması yasak olanlar? Onlar anlam evrenlerini nasıl oluşturur? Farklı coğrafyalara savrulan halk, dilini nasıl korur?
Diaspora halkları; inandığı, özlem duyduğu, hayal ettiği millî değer ve duyguları, kendisi yeniden ve yeniden yaratmak durumunda kalır. Anlatma, anlaşılma, görülme, bilinme ihtiyacı zorunlu olarak dâhil oldukları toplumların dilleriyle de ifade edilmeye çalışılır. Edebiyat bu noktada devreye girer. Diasporada kendi dilini bilmeyen ya da kendi diliyle yaz(a)mayan gençler, yerleştikleri yeni topraklarda hâkim devletin diliyle ürünler vererek kendi kimliklerini korumayı bir sonraki nesle başka bir dilde de olsa aktarmayı amaçlar ancak bu bir anda gerçekleşemeyecek kadar büyük bir amaçtır. Büyük sürgün dalgasıyla Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Çerkeslerin yazın dünyasında yer almasını engelleyen pek çok etken vardır.
1.Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı bölgelerine sürgün edilen Çerkesler, geldikleri bölgelerin dilini bilmezler.
2. Sürgünlerin pek çoğu okuma yazma bilmemektedir.
3.Osmanlı İmparatorluğu’nda Arap alfabesi kullanılmaktadır, Çerkesler bu alfabeye yabancıdır.
4.Arap harflerini okuyup yazabilen sınırlı sayıdaki Çerkes kendini başka bir dilde edebî olarak ifade edecek düzeyde değildir.
5.Çerkesler, yazılı edebiyat ürünlerini henüz yaygın bir şekilde veremeden kendi topraklarından sürülmüşlerdir.
6.Yazarların hitap ettiği- etmek istediği- kitleler, dağınık hâlde Osmanlı İmparatorluğu’nun stratejik bölgelerinde yaşamaktadır.
7.Çerkesler pek çok alt boydan oluştuğundan boylar arasında dilsel farklar bulunmaktadır.
8. Milliyetçilik hareketlerinin arttığı bir dönemde Çerkesçe yazılı ürün oluşturulması tepki çekecektir. Bu konudaki bazı girişimlere önce izin verilse de sonra bu girişimler sonlandırılmıştır.[3]
Bu durumda kimliğini yansıtmaya çalışan yazarların önünde aşılması gereken pek çok engel vardır. İmparatorluk’un çöküşü, bitmek bilmeyen savaşlar, Çerkes Ethem hadisesi, milliyetçilik politikaları, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası gibi siyasi ve sosyal nedenlerle kendi içlerine dönen topluluklar, göze batmamak için toplumsal hayatta kendi kimliklerini gizlemeyi tercih eder. “Bilinen her şey, yazısını bulamamış bir söylenceden ibaret” [4]olarak kalır uzun zaman.
Çerkes romanlarının ortak noktalarından biri, ana dille insan varoluşuna dikkat çekmeleridir. Roman kişileri, Çerkes’im demek için kendi diline ihtiyaç duyar çünkü dil onları biçimlendirendir. Kimi eserlerde de ana dilinden uzaklaşma bunun idrakinde olma/olmama durumları ele alınır. Yazarlar Türkçe yazdıkları romanlarda kendi dillerine hasret kalan karakterleri anlatarak bastırılmış millî bilincin ortaya çıkışını ele alırlar.
Ayça Atçı’nın Kağıttan Gemiler romanındaki Dilhun Nine, Büyük Sürgün sonrasında limanda kaybolup kendini Erzincan’da bulan, etnik kimliğini, kültürünü çocuklarıyla ve torunlarıyla paylaşmayan bir Çerkes’tir. Dilhun Nine’de Alzaimer belirtileri görülmeye başlar ve karakterin yıllardır bilinçaltına attığı ana dili ortaya çıkar. Torunu Raif Bey, ninesinin bu hâline yabancıdır. “Ninem bir süredir bizim bilmediğimiz bir dilde konuşuyor. İnsanın içini delen şarkılar söylüyor. Ninem bir süredir camın kenarındaki sedire oturuyor ve camdan dışarı bakarken ağlıyor.” (Atçı, 2018: 15) Yıllarca başka bir kültürle harmanlanmış bilinci, koruma kalkanını ortadan kaldırınca Dilhun’un arkasındaki Tüvi ve yıllar önce dinlediği bir şarkı çıkar.
“ ‘Mır dahe mır aye sıojrep
Tsıficer zece daxe zecce zecce
Ceşşı voreoğ mafe voreoğ zexezsıjrep
Dünaye ğedaxe ar zıseleğui
Zer gerov zım gereou zer ğereoşi’ ” (ATÇI, 2018: 21)
Nazım Hikmet’in “İnsan tehlike karşısında ancak ana diliyle feryat edebiliyor.” cümlesinde vurguladığı gibi insan kendini en iyi ana diliyle anlatır. Dilhun Nine de acısını anlatırken kendi ana diline döner:
“ ‘Sigur meğuz wisşugubşe, ğuzıras sigum gagor.’
Kalbim acıyor unuttukça, yalnızca acıyı hatırlıyorum artık demekmiş ninemin dilinde bu…” (ATÇI, 2018:34)
Hastalık ilerledikçe ev-wune, vatan- xeky olur, Türkçe yerini Çerkesçeye bırakır. Dilhun Nine’nin torunu Raif, her ne kadar babaannesine hayran, Denef’e âşık olsa da kendisinin anlamadığı bir dilde konuşulmasından huzursuzdur. Bu yaklaşım Çerkes kimliğinin kabul edilmemesinin bir göstergesidir.
Diaspora yazınında eserler Türkçe verilmesine rağmen yazarların, karakterlerini Çerkesçe konuşturdukları yerler bulunur. Karakterler, en acılı anlarında;
“Nurbi kısık bir sesle baba yarısı amcası Cabir Efendi ile konuşuyordu:
‘Tat, nepe xekum teğezejı. Mı xame heğegum vizako vu kane. Bo şuo pıleğure Txar viğuse. Se seneguye hadırae yexıjı ğe ti axılxemre şüzereğotığ. Adejımı vuşezeşıştep. Vi hak halele kıtfeş’ tat!’ dedi. (Baba bugün memlekete geri dönüyoruz. Bu yabancı ülkede seni yalnız bırakıyoruz. Çok sevdiğin Rabbin senin yanında. Ben zannediyorum ki önceden gidenlerle orada buluştunuz. Orada da canın sıkılmayacak. Hakkını helal et baba!)” (ÇETİNBAŞ, 2017:229-230)
sözlü kültür ürünlerinin aktarımında;
“Şhalaho Hable köyünde gittikleri bir düğünde, bu parçayı Nefin’in gözlerinin içine bakarak söylemişti. Parça çok hüzünlü bir aşk hikâyesini anlatıyordu. Maharbi o günleri hatırladı ve sesi mağara duvarlarında yankılanmaya başladı. Pşımaf de başını önüne eğmiş onu dinliyordu.
‘Mez ataker kıxeleti or si Adıyif
Şır kal’ati vus şuoviç se si Adıyif
Mezı çeğım vus’cebcanti or si Adıyif
Haçekoaçeme vus’ şuaşxm or si Adıyif
Ye vo voy ye vo voy or si Adıyif
(…)Maharbi bir taraftan söylüyor, bir taraftan da ağlıyordu. Kim bilir kaç asır öncesinde yaşanan tutkulu bir aşkın ürünüydü bu ağıt. Kim bilir asırlar içinde, kaç aşık böyle umutsuz aşklar içinde ömrünü tüketmişti. Ağıtın da acı bir hikâyesi vardı. (ÇETİNBAŞ, 2017:135-136)
ana dilleriyle konuşturulurlar çünkü başka bir dille yoğun duyguları aktarmaları mümkün değildir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaa kültürüne dayanan yönetim biçimi, 1920’li yıllarda ulus-devlet anlayışına evrilince Çerkesler, devletçe azınlık kabul edilmese de- kendileri de azınlık oldukları fikrinde değiller- bu dönemde başlatılan “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasından etkilendiler. Ana dillerini öteleyip Türkçe konuşmaya zorlandılar. Recep Genel’in “Tanrının Çorbasını İçmiştik” romanında da bu dönemin eleştirisi yapılırken yazar, kampanyanın etnik grupları tehdit ettiğini aktarır. Bir anda yükselen aşırı milliyetçilik, Kayseri’nin yerel halkında Rum, Ermeni ve Çerkeslere karşı nefret duygularının alevlenmesine neden olur. Romandaki Biletçi Emin karakteri, “gavur” ya da “gavur dönmesi” oldukları için Ermeni ve Rumlardan; “eşkıya” ve “hırsız” oldukları için Kürtlerden; “Türkçeyi düzgün konuşamadıkları” ve “saray yardakçısı” olduğu için “Moskof tohumu” Çerkeslerden nefret eder. [5] Biletçi Emin, Çerkeslerin doğru dürüst bir adlarının bile olmadığını düşünür. “Doğru dürüst bir adı” olmayanlar utanmadan iş isterler.[6] Bu ayrımcı politika, tutuklanmalara kadar varır. Umumi ortamda ana dilini konuşan Mahirbiy tutuklanır.
“Jandarma, Pınarbaşı’na alışverişe inen Mahirbiy’i Türkçe dışında bir dilde konuşmakta ısrar ettiği için tutukladı. Yanında Adana’dan dönen Niyazi de vardı. Niyazi hem Kabardeyce’yi, hem de Türkçe’yi unutmuş, Kürtçe’den başka dil bilmez olmuştu. Ağabeyi, “Niyazi nereye gitse, hafta geçirmeden, konuşulan dili öğrenir, oradan ayrıldıktan bir hafta sonra da unutur. Bir hafta içinde Kürtçe’yi de unutur, bu onun huyu,” dediyse de, komutanı ikna etmek bir yana, alay ettiği gerekçesiyle kendisini jandarma nezarethanesinde buldu. Mahkeme her üçü için toplam iki buçuk liralık ağır bir para cezası verdi. Bir haftadır nezarethanede bekliyorlardı.” (Genel, 2011,16.bölüm: 2-3 )
Baskı dönemlerinde hâkim anlayış, başka dillerin konuşulmasını yasaklayarak millî bilincin oluşumunu engelleyebilir. Romanlardaki bazı karakterler, kendiliğinden ana dillerinden vazgeçer bazıları vazgeçmek zorunda kalır. Kağıttan Gemiler romanındaki Oset Jandarma Komutanı’nın asker kimliği, millî kimliğinin önüne geçer. Ana dilden uzaklaştırma, devlet eliyle, okulda öğretmenle; camide din adamlarıyla yapılmıştır.[7] Kendisi Çerkes kökenli olduğu hâlde etnik kimliğini gizleyen hatta aşağılayan karakterlere de rastlamak mümkündür. Kendi asimilasyonunu kendisi gerçekleştirenler ana dili bilincine sahip yazarlarca eleştirilir. Tanrının Çorbasını İçmiştik romanındaki Hilmi karakterinin annesi Ermeni, babası Çerkes’tir ama o bu kimliklerini reddeder.
“Kasabadaki ateşli Türkçülük savunucularının başında geliyor, Kabardeyce konuşanları, Türkçe’yi düzgün konuşamayan herkesi küçümsüyor, “Efendim, bunlar ayaktakımı, bunları ıslah etmek gerek,” diyerek kaymakam ve parti yetkililerinin gönlünü fethetmeye çabalıyordu.
Hilmi, kaymakamdan mal müdürüne kadar herkesin iyi vatandaş örneğiydi. Kendisinin bulunmadığı her mekânda “Bak istenince oluyor, adamın anası Ermeni, babası Çerkes… Ama o hepimizden daha Türk!” diye parmakla gösteriliyor, hemen ardından ekleniyordu: “Böylelerine madalya takmak lazım, madalya…”
Çerkesler de Tuhafiyeci Hilmi’yi örnek gösteriyordu, ancak kişiliksiz, yalaka, aslını inkar eden biri olarak…” ( Genel, 2011, 16.bölüm :2-3 )
Mehmet Doğan’ın
“Tarihçi Braudel, “Dil=Kimlik” tir diyor. Dilini yitiren, dilinin konuşulduğu ortamın dışına savrulan ya da atılan kimse her şeyden önce bu kimlik bunalımına düşüyor. ” (Mehmet Doğan, Der: Andaç, 1996: 32)
biçiminde aktardığı dil yitimi, yazarların korkulu rüyasıdır. Dili kaybetmek kimliği kaybetmektir, dönüşü yoktur. Bu kayıpta sürgünden sonraki en önemli etkenlerden biri kentleşmedir. Kentleşme, geleneksel yaşantıyı sekteye uğrattığı için kültür aktarımı zayıflar
Metropol Çerkeslerinin Kararsız Kitabı’nın mitolojik kahramanı Sosruko, bildiği Çerkesçe kelimeleri arka arkaya sıralayan Alev’in kendisiyle dalga geçtiğini düşünür, Alev kent yaşantısında özünü kaybetmiş ve diline yabancılaşmıştır. Oysa köy sınırlarında yaşayan Adıgeler diline daha çok sahip çıkar. [8] “Jankat” romanında Jankat karakteri, kente göç etmekle miras dilini tehlikeye attığını idrak eder. Elli yaşın altındaki hiçbir genç (Uğurlu, 2011: 8) atalarının dilini konuşamaz. Jankat’ın oğlu ve torunları kimliklerini reddetmektedir. Onun hayalinde ana babadan alınan kültür mirası, dille sonraki kuşaklara devredilecektir ancak çocuklar, “anlamadıkları dil”le konuşulmasından rahatsız olurlar. (Uğurlu, 2011: 26) Jankat oğlunun kimlik tanımlamasından hoşnut değildir:
“Adam babam çerkesti demişti. Jankat, o adamın babasınında muhtemelen kendi yaşadığı duyguları yaşadığını düşündü, çünkü kendi oğluda babam çerkes diyor, kendisini geçmişe ait görmüyordu.” ( Uğurlu, 2011:37)
Ziya Bey’in “Babam Çerkes” demesi, Jankat’a hata yaptığını hissettirir. Jankat ana dilini konuşan son kuşak olmanın acısını duyar. Dede, Çerkesçede; oğul, Türkçede; torun, İngilizcede kendi varlığını tanımlar ve üç kuşak birbirinden üç dille ayrılır. (Uğurlu, 2011:13)
Sürekli yabancı bir dille düşünmek zorunda kalan insan, ister istemez dilinden ve kimliğinden uzaklaşır. Elbette bu kopuşta bireysel bilincin/bilinçsizliğin payı yüksektir. Dil canlı bir ortamda var olur, bu ortamı kaybeden dil unutulmaya mahkumdur. Uğurlu’nun karakterleri de dili yaşatacak ortamdan yoksundur.
“Hiç biri gençken düşlediği gibi yaşayamamıştı hayatını. Daha da kötüsü hiçbirinin çocuğu çerkesceyi bilmiyor, çocuklarının çerkesçeyi bilmediğini anlatırken herkes ürkek gözlerle birbirine bakıyordu,sanki dünyada tek başına kalmışlar gibi. Ziya beyin yanında bile çerkesce konuşmak ayıp olacağı için çerkesce konuşamıyor olmaları zor geliyordu onlara. Ziya bey konuşulanları dinledikçe suçluluk hissediyor kendi geçmişine ilgisiz kalışını büyük bir eksiklik olarak görüyordu ama yinede insanın doğası gereği kendinihaklı göstermeye çabalıyordu.” ( Uğurlu, 2011: 85)
Bir dilin yalnızca sözlü kültürle sürmesi mümkün değildir. Hâkim gücün karşısında var olmanın bir yolu da dilin ürünlerine sahip çıkmaktır. Yazılı metin yoksunluğu dil dokusuna zarar verir. Recep Genel de romanında bu duruma değinir. Naane’nin anlattığı mitolojik hikâyeler, mırıldandığı Ghıbzeler herkesin hoşuna gider ama bu yeterli değildir.
“Naane’nin küçük torunu Zehid’e anlattıkları, bir söylenceler tarihiydi. Yazılmadıkları için ihtiyarların belleklerindeki izler olmaktan öteye gidemiyor, yazılı tarih onlara yer vermiyordu. Sanki her şey, başı sonu olmayan bir masal gibiydi. Hatırlanan son şeyler, ihtiyarların belleklerinde tutabildikleri kadardı. Herhangi bir ihtiyarın ölümü, tarihi biraz daha yakına çekiyor, geçmişin biraz daha yitip gitmesine neden oluyordu.” (Genel, 2011, 2.bölüm:6)
Romanlarda ana dil bilincine sahip karakterler, dile ve etnik kültüre saygı duymayanlardan uzaklaşırlar. “Kâğıttan Gemiler” romanında Denef, etnik kimliğini aşağıladığı için Raif’i terk eder. “Kaçış” romanında da Mesut, Türk kökenli nişanlısı ailesinin köklerine ve diline saygı duymadığı için ondan soğur.
“Ertesi sabah yola çıktı Mesut ile Arzu. Mesut Arzu’ya düğün için babası ile konuştuklarını söyledi ve düğünü önce köyde, sonra Adana’da yapmak istediklerini anlattı. Bu durum Arzu’nun hoşuna gitmedi.
-O insanların içine “gelinleriyim” diye nasıl gireceğim Mesut? Biraz anlayış göstersene. Annen daha doğru dürüst Türkçe’yi dahi konuşamıyor, öbür yaşlı kadınlar da öyle.
Mesut sinirlenmişti.
-Ne o? Onlar İngilizce’yi Fransızca’yı konuşup’ Türkçe’yi konuşamasalar böyle söylemezdin. Onlar ana dillerini konuşuyorlar aralarında ve aslını inkar etmiyorlar. Onların nineleri, dedeleri Kafkasya’dan geldiler ve kendi dillerinden başka dil bilmiyorlardı. Biz de onların torunlarıyız. Eğer ailemi Türkçe’yi güzel konuşamıyorlar diye istemeyeceksen, nişanı mişanı bırakalım sen
yoluna ben yoluma, tamam mı?”(Uğurlu, 2003:185-186)
Romanlarda etnik kimliğinden uzak kalmış bireyler, çeşitli sebeplerle bir aydınlanma yaşayıp diline ve özüne meraklanabilirler. Jankat’ın oğlu Ziya Bey, içsel sorgulamasında kendini de suçlu bulur. Ziya Bey’de başlayan aydınlanma torun Okan’a geçemez. Okan’ı kültürüne yönlendiren, âşık olduğu kızın atalarının Kafkasyalı olmasıdır. Bu nedenle onun aydınlanması geçici ve yüzeyseldir. Yine de yazarın vermek istediği mesaj açıktır. Kendi diline bir Batılı saygı duyduğunda duymak, kimliğini kaybettiğini gösterir.
“Okan, yurda geldiğinde gece yarısıydı. Yatağına uzandı. Hiç aklında yokken gelişen olayları düşündü. Büyük babasının kültürü, dili aklına takıldı. ‘Bu nasıl bir dağılış, dünyanın her yerine serpiştirilmişler, kültürlerini dillerini unutmuşlar ve ben neden kendimi onlar diye düşünüyorum’ diye düşünüyordu. ‘Neden ben Amerikan kültürünü benimsiyorken Amerika’da doğup büyümüş olan Anzery dedemin düşündüğü gibi düşünüyor’ Babasının, dedesi köye dönmeye karar verdiğinde yaşadığı duyguları yaşıyor atalarının geçmişini merak ediyordu. Daha bugüne kadar dedesi çerkesce konuştuğunda kendi arkadaşlarını duyup dalga geçeceklerinden korkuyorken, şimdi dedesinin dilini soran Amerikalı olduğu için saygı duyması gerektiğini düşünüyordu ilk defa.” (Uğurlu, 2011:150)
Çerkes yazarların romanlarında ana dili, önemli konulardan biridir. Kendi dilini koruma ve gençlere öğretme gerekliliği, Türkçe öğrenme çabaları, dilin doğal ortamına duyulan özlem, yazarların bilincinden karakterlere yansıtılır. Dil roman karakterlerinin sığınağı, korumak istediği değer, duyguların aktarılabildiği yegâne araç, kaybedilince değeri anlaşılan bir olgudur. Dil konusundaki bu hassasiyet özellikle Anadolu’ya sürgün sonrasını konu edinen romanlarda görülür. Bu yazıda değinilen altı romanın 2000’li yıllardan sonra basılması tesadüf değildir. Avrupa Birliği uyum süreci, azınlık hakları, ana dide eğitim kavramlarının gündeme geldiği bu dönemde Çerkes yazarlar da kimlik bilinciyle hareket etmektedir. Dil evrensel bir evdir ama her evin kokusu olduğu gibi her dilin de bir dokusu vardır. Yazarlar milli bir kimlik inşasında dilin ne kadar önemli olduğunu bilirler ve kendi evlerini korumak için roman karakterlerinin kimlik bilincini ortaya çıkarırlar.
KAYNAKLAR
Andaç, Feridun (1996) Sürgün Edebiyatı, Edebiyatın Sürgünleri, İstanbul: Bağlam Yayıncılık
Antigen, Mutlu ( 2005) Metropol Çerkeslerinin Kararsız Kitabı, İstanbul: Argos Yayın Hizmetleri
Atçı, Ayça (2018) Kağıttan Gemiler, İstanbul: Net Kitap
Besleney, Zeynel Abidin (2016) Türkiye’de Çerkes Diasporasının Siyasi Tarihi, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Çetinbaş, Mehdi Nüzhet (2017) Elveda Çerkesya, İstanbul: Çınaraltı
Genel, Recep (2011) Tanrı’nın Çorbasını İçmiştik 2011 e-kitap
Uğurlu, Özel ( 2003) Kaçış, İzmir: Etki Yayınları
Uğurlu, Özel (2011) Jankat, İstanbul: Kavim Yayınları
*Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi
[1] Alıntılarda yazarların özgün yazımları korunmuş; yazım, noktalama hataları ve anlamsal bozukluklar düzeltilmemiştir.[2] http://www.tdk.gov.tr
[3] Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti bünyesinde Latin alfabesine dayalı Çerkes alfabesi oluşturulmuş, bu alfabeyle yazın etkinlikleri yürütülmüş, Ğuaze dergisi çıkarılarak diasporada yaşayan Çerkeslere ulaştırılmıştır. 1923 yılında cemiyet kapatılarak, faaliyetlerine son verilmiştir. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için Zeynel Abidin Besleney’in “Türkiye’de Çerkes Diasporasının Siyasi Tarihi” kitabına bakınız.
[4] Tanrının Çorbasını İçmiştik, Recep Genel , 2011, 2. bölüm :6
[5] Tanrının Çorbasını İçmiştik, Recep Genel 2011, 8. bölüm: 2-3
[6] Tanrının Çorbasını İçmiştik, Recep Genel 2011, 8. bölüm: 4
[7] Kağıttan Gemiler, Ayça Atçı, 2018:222
[8] Metropol Çerkeslerinin Kararsız Kitabı, Mutlu Antigen, 2005:104-105